Haftalık Köşe Yazısı

  • Sessizliğin hâkim olduğu ıssız dağların eteklerinde oynadığımız günlerdi. Kış aylarında iki metreye ulaşan karla mücadele ettiğimiz, yazın hasat edilen buğdayla bereketlenen günler. Köpeklerin koyun sürüsünü korudukları, kedilerin fare kovaladığı yıllar. Taş ve tahtadan oyuncaklarla yetindiğimiz, adını bildiğimiz topu henüz göremediğimiz zamanlar. Ve yıldızların sayılacak kadar yakın olduğu vakitlerdi köydeki çocukluk yıllarımız.
  • Medeniyet Tasavvuru Okulu (MTO) talebeleriyle bir seminerde buluştuk. Çevrim içi seminere yoğun katılımdan, gelen soruların kalitesi ve derinliğinden etkilendim. Ülkemizin, coğrafyamızın ve dünyanın geleceğini dert edinmiş, yarınlarımıza ait umut kıvılcımlarının hummalı çabasından heyecan duydum. Zira bir eksen kaymasının yaşandığı günümüzde; medeniyet köklerimizle yeniden buluşmaya, fert ve toplum olarak kişiliğimizi ciddi bir bilinçle inşa etmeye ihtiyacımız var.
  • Bazen sessiz bir ortam ararız. Sadece kendimize kaldığımız, hiç ama hiçbir sesin rahatsız etmeyeceği bir mekân. Peki bu mümkün mü? Tüm gürültülerden arınmış, tam sessizliğin hâkim olduğu bir yerde insan nasıl tepkiler verir acaba? Mutlak sessizlik var mıdır? İnsanın az da olsa arka planda akan seslere ve gürültüye ihtiyacı var mıdır?
  • Güneşin henüz doğmadığı bir bayram sabahıydı. Dokuz evladının her birine ayrı bir sanat eseri hassasiyetiyle dokunan rahmetli annemin hazırladığı tertemiz elbiseler, döşeklerimizin başucundaydı. Beyaz gömlek (işlik), askılı pantolon (sirebent), kocaman düğmeli ceket (adam ceketi), elle örülen uzun yün çoraplar ve hafif ökçeli lastik (cizlavit) ayakkabı. Ablalarımın içlikleri ve entarileri ise rengârenkti.
  • Deney sonuçlarını merakla bekliyorduk. Zira hocamız öğrencilerine beşer dakikalık iki ayrı süre vermişti. Önce gözlerimizi kapatmıştık. Öldüğümüzü varsayıp, bize kaliteli bir insan hissi veren ve gerçekten mutlu eden davranışlarımızı düşünmüştük. Sonra gözlerimizi açıp aklımıza gelenleri yazmıştık.