Amerika’da yıllardır sürdürülen bir araştırmanın 2022 sonuçları, dünyanın ilgi odağı oldu. Araştırma; Amerika’da gençlerin sanal medya ile hızla depresif bir yaşama yöneldiğini, kuşaklar arasındaki anlaşmazlığın çığ gibi arttığını, sanal ortamdaki rekabet içgüdüsünün yayıldığını, yüksek teknolojinin nesilleri değiştirdiğini ortaya koyuyor.
Jean M. Twenge başkanlığında yürütülen ve devletçe desteklenen araştırma(1), 1991 yılından bu yana devam ediyor. 8, 10 ve 11. sınıflarda okuyan elli bin öğrencinin katıldığı çalışma; sosyal medyanın kuşaklar arasındaki geçişi etkilediği ve bunun ABD’nin geleceği bakımından önemli sonuçlar doğuracağını vurguluyor.
Kitap olarak da yayınlanan çalışmaya göre dünyada kabul gören kuşaklararası geçiş kendisine has özellikler sergiliyor. Sessizler kuşağı (1925 – 1945), aktif hayattan uzaklaşmış, teknolojiye mesafeli yaşlı kuşağı; Baby Boomers (1946 – 1964), yeni teknolojiye daha az aşina olan emekliler kuşağını; X kuşağı (1965 – 1979), teknolojiye uyumda zorlanan ama dijital dünyanın kapsama alanındakileri oluşturuyor.
Y kuşağı (1980 – 1994), baş döndürücü teknolojiden en çok etkilenen, halen teknolojiyi yönetmeye ve geliştirmeye çalışan kuşak. İnternet ve sosyal medyanın dünyasında varlık arayan Z kuşağının (1995 – 2011) işi zor çünkü geleneksel düşünce ve davranıştan hızla uzaklaşıyor. Ve nihayet 2012 yılından bu yana doğanların yer aldığı ama henüz bir ismi olmayan İsimsiz kuşak. Bunlara sosyal medyanın çocukları desek sanırım yanlış olmaz.
SOSYAL MEDYA VE DEPRESYON
Dünyayı küresel bir köy haline getiren sosyal medya gerçeği tüm toplumlar için geçerlidir. Dolayısıyla bu çalışmanın sonuçları dünya gençliği için de fikir vermektedir. Araştırmanın en çarpıcı sonucu; Amerikan gençliğinin çok hızlı bir şekilde depresyon belirtileri gösterdiğidir. Çalışmanın 2022 sonuçları; yıllardır ulaşılan sonuçlardan farklı olarak gençlerin kendileri ve diğerleri ile çok yoğun bir rekabet, eleştiri ve çatışma içinde olduklarını sergiliyor. Twenge, 2007’den itibaren hayatımıza giren akıllı telefon ve internetin körüklediği bireyselleşme (individüalism) akımı nedeniyle Z kuşağını, İ kuşağı olarak adlandırmıştır.
Sosyal medya kullanımının gençlerde yol açtığı başlıca davranışlar arasında; uyku ve dikkat süresinin azalması, odaklanma zorluğu, çalışma isteğinin azalması, yetişkin olma sorumluluğundan kaçma, apolitik tutum, mutsuzluk, kaygı, depresyon ve intihar eğilimi öncelikle sayılabilir.
Pandemi de yeni kuşaklardaki depresif belirtileri hızlandırmıştır. Yalnız kalan gençler; sosyal medyada yapay bir yaşama yöneliyor, sanal ortamda farklı kesimlere ulaşabiliyor, onlarla özdeşim kuruyor, kendisini onlarla kıyaslıyor, mevcut durumlarından rahatsız hissederek mutsuz oluyor ve yaşamdan geriye çekilerek içe dönük yaşamaya başlıyor.
Bunun başlıca nedeni; genel olarak teknoloji ve özelde sosyal medya alanındaki bağımlı yaşamın, kuşaklar arası geçişin birikimi olan hayat deneyimleri, inanç ve davranış biçimlerini hızla dönüştürmesidir.
Böylece yeni kuşaklar; insanlık ailesine ait gerçek ortak bilgi birikimini doğal yollarla alamıyor. Bunun yerine günlük ihtiyaca yönelik hızlandırılmış, yapay ve çoğu zaman yönlendirilmiş bilgilerle yetişiyorlar. Diğer bir ifadeyle yeni kuşaklar, geleneksel kültür, ahlak, inanç gibi toplumsal yaşam deneyimlerini kendi öz soylarından değil küresel egemenlerin yönetimindeki sosyal medyadan ediniyorlar. Kuşaklar arası anlaşmazlığın hızla artması da bundandır.
HAKİKAT YA DA HAKİMİYET
Konuyla ilgili bir araştırma sitesinin raporuna(2) göre en çok sosyal medya kullanımı olan ilk üç ülke; Çin, Hindistan ve Amerika’dır. Bu çalışmada Türkiye 11. sırada yer alıyor. 2022 yılı verilerine göre ülkemizde 67 milyon kişi sosyal medyayı aktif olarak kullanıyor. Bu sayının 2027’de 76,5 milyona çıkması beklenmektedir. Dolayısıyla Amerikalı gençlerde yaşanan depresif belirtilerin tüm dünyada olduğu gibi ülkemiz gençliği için de tehdit olduğunu göz ardı edemeyiz.
Tabii ki teknolojiden uzak durmak mümkün değil, doğru da değil. Ancak teknolojiyi ve özellikle toplumsal yaşamı tehdit boyutlarına ulaşan sosyal medyayı, geleneksel yaşam alanını daraltacak düzeyde hayatın merkezine koymanın elbette acı sonuçları olacaktır. Çünkü insan da toplum da geleneksel yaşam biçimi ile vardır. İnsan; kendi öz geçmişinin izleri, kendi ağacının kökleri, kendi toplumsal kimliğinin mirası, kendine ait toplumsal değerlerin birikimini yaşamaktan mutlu olur. Kendi öz kültürümüzü, ahlak ve inanç değerlerimizi sürdürebildiğimiz oranda iç ve dış dünyamızla barış içinde olur ve kendimizi ifade ederiz.
Dolayısıyla hayatımızın merkezine bizi biz yapan temel değerleri yani kendi hakikatimizi koymak zorundayız. Böylece kendi coğrafyasının evladı olmayı başararak dünya vatandaşı olan, madde ile mana dengesini sağlayarak hayatın anlamının peşinde koşan nesiller yetiştirebiliriz. Hayatın merkezine hakikat değil de hakimiyet dürtüsü geçtiğinde geleneksel ile bağı zayıflayan, gücün peşinde koşan ve hırsların egemenliğinde yalnız bir hayata mahkûm oluruz. Mesele hakikat ile hakimiyet arasındaki öncelik tercihinde yanılmamaktır. Bunun ailede ve eğitim sisteminde temel bir politika olarak ele alınması önemlidir.
(1) Jean M. Twenge (2023). Generations. San Diego Univ., New York, Atria Books,
(2) Juntire.com