Haftalık Köşe Yazısı

Takla Atan Ölüler

Aklımızla kalbimizin birbirinden uzaklaştığı, düşündüklerimizle davranışlarımızın birbirini tamamlamadığı bir “idrak karmaşası” bizi maddi arzuların çıkmazına sürüklüyor.  İdrakimiz netliğini yitirdikçe ruhumuz daralıyor, davranışlarımız sıradanlaşıyor. İnsan olarak doğruyu, iyiyi, güzeli biliyor, inanıyor iman ediyoruz. Ama doğruyu kuşanmada, iyiyi tercih etmede ve güzeli davranışa yansıtmada zorlanıyoruz. 

Maddi arzularımızın esiri olmaktan gönlümüzün sevdalarından uzaklaştık. Tüketme alışkanlığından üretmenin zahmetine talip olmadık. Arzu edilenleri konuşmaktan kendi doğrularımızdan uzaklaştık. İçimizde harlanan çatışmaların tarafı olmaktan iç sesimize yabancılaştık. Başkası için nefes almanın çilesine talip olmadığımızdan sadece kendimiz için var olmanın derdindeyiz. Başkası için var olmayı unuttuk. Yalancı sevdaların ışıltılı dünyasına dalmaktan asıl yurdumuzun sevdasıyla kavrulduk. Sanal dünyanın sunduğu suretlerin geçici keyifleriyle avunmaktan hakikatimizden uzaklaştık.  

İnsan olmayı sürdürmede zorlandığımız şu zamanda yeniden kendine dönenlerin kervanında olmaya ihtiyacımız var. Her türlü vahşetin insan kılığında sunulduğu bir zamanda insanlığımızı korumak için aktif bir çabaya ihtiyacımız var. Bize sorular sorulmadan kendimize sorular sormaya ve muhasebemizi yeniden yapmaya ihtiyacımız var. Zira kendi hakikatimizi görmek için gözümüzü açmak yetmez bazen gözümüzü kapatmaya, hayattan biraz çekilmeye ihtiyacımız var. Dünyanın dirisi olmak için takla atan ölülerden değil ölümün dirilttiği erlerden olmaya ihtiyacımız var.

Acaba gönlümüzden geçen ve sağduyumuzun emrettiği gibi davranmayı neden ihmal ediyoruz? Ayıplarımızla yüzleşmenin ve onları alt etmenin mücadelesine talip miyiz acaba? Neden bir kuşun doğal sesinden, düşen bir yaprağın masumiyetinden, bülbülü yaralayan dikenden uzaklaştık? En son ne zaman yüreğimizin sevdasını dile getirdik mesela? Parayı, makamı, şöhreti elimizin tersiyle itip “hiç” makamına talip olmanın neresindeyiz? 

MÜSLÜMAN ÜLKELERİN RESMİ

Toplum olarak da benzer soruları sormak zorundayız. Zira toplumların da düşünmeye ihtiyacı var. Ve bu ihtiyaç her geçen gün artıyor. Özellikle Müslüman coğrafyalarda bu soruların daha fazla sorulması şart. Çünkü kutsal dinlerin sonuncusu olan İslam, insan ve toplumsal yaşama dair hükümleri taçlandırmıştır. Bütün inanç sistemlerinin geliştirdiği evrensel ahlakı en ileri düzeye taşımıştır. 

Ancak Müslüman ülkelerin, fert ve devlet düzeyinde verdikleri resim de ortadadır. İnanç sisteminde bir sorun olmadığına göre bireylerin dini duyguları anlama ve yaşamasında bir sıkıntı olduğu açıktır.  

Nitekim Zebur, Tevrat, İncil ve Kur’an-ı Kerim’de yer alan iyilik, doğruluk, başkasına zarar vermemek, bencil davranmamak gibi temel ahlaki hükümler benzerdir. Diğer yandan Hint dinlerinde yer alan ve şiddeti reddeden Ahimsa ilkesi, Buda’nın öğretisinde Nirvanaya ulaşmanın şartı olan Sekiz Dilimli Yol’un içerdiği ahlak anlayışı da benzerdir. 

Hak, adalet, doğruluk, merhamet, cömertlik, sabır, tevazu, bencil olmama, insan onuruna saygı, temel ahlaki erdemler… Kısacası; bugün zayıflamasından mustarip olduğumuz evrensel ahlaki erdemler ve uzantısı davranışlar tüm dinlerde ve kültürlerde yüceltilmiştir. 

Her toplum, inancı ve geleneğine göre bu erdemleri yeni kuşaklara taşıdığına göre günümüz insanı yaratılışındaki iyi, doğru, güzel yerine neden bencillik, yıkıcı olmak, ötekileştirmek, sömürmek ve aşırılık gibi olumsuz duygu ve davranışların esiri olmaktadır? Bizi insan yapan ahlaki değerlerden uzaklaşıp “ben” değerlerine sarılmamızın nedenlerine kafa yormak zorundayız. 

DİN VE AHLAK UZAKLAŞIYOR

Acaba bütün bu olanlar, insanı kendine döndürmeyi ve temel ahlaki değerleri kazandırmayı amaçlayan inanç sistemlerinden uzaklaşmamızın bir sonucu mudur? Yahut inanç sistemlerinin insanın düşünce ve davranışları üzerindeki etkisi mi azalıyor? 

Tarih boyunca birlikte var olan ve birbirini destekleyen din ve ahlak kavramları, modernitenin zorlamasıyla birbirinden uzaklaşmaya başladı. Bu durum ise birey ve toplum düzeyindeki bunalımların pimini çekmiştir. Dünyanın en önemli stratejistleri arasında sayılan Z. Brzezinski (1928-2017)(1), bu bunalımı; aşırı dünyevileşme (sekülerizm), aşırı hazcılık (hedonizm), aşırı maddecilik (materyalizm) olarak özetliyor. Bu sıralamaya aşırı bireyselleşmeyi de (egoizm) eklememiz gerekir. 

Dünyada kötülüğün neden yayıldığı sorusunu yanıtlamaya çalışan Zimbardo, Şeytan Etkisi(2) kitabında, kötülüğün kurumsal bir yapıda egemenlik kurması halinde insanların kötülüğe meylinin artacağını dile getirmiştir. Dolayısıyla bir yapının tuğlalarını bütünleştiren çimento misali din olmadan ahlak duvarının ayakta kalması zordur. Dinsiz ahlak anlayışı ve arayışı, kaynağını kutsal olduğuna inandığımız kitaplardan almayan dini inanışların türemesine yol açmıştır. Zira ontolojik bir varlık olarak Yaratıcıya iman etmeye, O’na inanmaya, güvenmeye ve O’dan çekinmeye ihtiyacımız var. 

Tenimizden, kulağımızdan, gözümüzden beynimize akan bilgileri, zihinsel potansiyelimizle harmanlamak gerekli ama yetmez. Gerçek bir anlam çıkarmak için bu bilgileri kalbimizin akıl süzgecinden de geçirmeye ihtiyacımız var. Kalbin akıl süzgeci orada taht kurana yakınlığımızın işaretidir. Yani ki O bizdedir, bizimledir de biz kimdeyiz, kiminleyiz acaba? 

(1) Z. Brzezinski, (1997). Brzezinski ile Mülakat: Çatışan Uygarlıklar Esnek Batı’nın Zayıf Surları. Murat Yılmaz (Ed.), Medeniyetler Çatışması içinde (s.122-133). İstanbul: Literatür Yayıncılık. 

(2) Philip G. Zimbardo (2023 ). Şeytanın Etkisi. (Çev.: Canan Coşkun) İstanbul, Say Yayınları.