Makaleler

Şiddetle Yaşamaya Alışıyor Muyuz?

Olanlar şiddet kavramına sığmıyor ve dünya insanı hızla cinnete yöneliyor. Öyle ki insandan insana kıyımlar; insanlık onurunu sorgulayacak, yarına dair kaygıları arttıracak, umutları söndürecek ve insanın kanını donduracak vahşete dönüşmüş durumda. 

Kadınların, çocukların, yaşlıların, acımasızca katledildiği savaşlar, yurtlarından sürülerek vatansız bırakılan milyonlar, kalabalık şehir yaşamında her geçen gün öldürülen, şiddete maruz kalan ya da tecavüze uğrayanlar, her bireyin yapay kişisel özgürlük alanına dönüşen sosyal medya yoluyla maruz kaldığı şiddet görüntüleri ve her geçen gün daha derinlemesine öğrenilen şiddet…

İster Arapça kökenli haliyle ‘sertlik, kaba kuvvet’; ister İngilizce karşılığıyla ‘bedene zor kullanma’ olsun şiddet; bireyin baskı ve zorla kendisinin ya da başkasının özgürlük alanını daraltması, yaşamı tehdit etmesi, bedensel ve ruhsal zarar vermesi yahut bunlara neden olmasıdır.

Medeniyet geliştikçe fertlerde öfke kontrolünün zayıflaması, toplumlarda şiddetin artması, günümüz dünyasının başlıca sorunu haline gelmiştir. 21. yüzyıl adeta bir şiddet yüzyılı olmaya adaydır. Zira insandan insana şiddet; bir insani kriz şeklinde hızla yayılıyor, çeşitleniyor daha da vahimi sıradanlaşıyor. Dolayısıyla konunun psikoloji kadar, hukuk, sosyoloji, antropoloji gibi bilim dalları tarafından da ele alınması önemlidir. Zira şiddetle yaşamaya alışıyoruz.

ASABİYE VE ANOMİ

Şiddet davranışının kaynağı, bireyin kendisini koruma içgüdüsüdür. Bu, endişe ile başlayan kaygı, korku, panik, öfke, saldırganlık ve şiddetle son bulan ve çoğu zaman derin pişmanlığın yaşandığı bir davranış sarmalıdır. Ancak sorun şu ki günümüzde kendini koruma ihtiyacı olmadan şiddete başvurma davranışı çığ gibi yayılıyor. Diğer bir ifadeyle bireyin koruma içgüdüsü, kendini korumayı aşıp başkasına zarar verecek vahşet düzeyine ulaşmıştır.  

Şiddet davranışının özünde genetik yatkınlık ve öğrenme süreçleri belirleyici olmaktadır. Hangisinin daha etkili olduğu tartışılmakla birlikte günümüzde öğrenilen şiddetin, bireylerdeki yatkınlığı hızla davranışa dönüştürdüğünü gösteren araştırmalar çoğalmaktadır.

 Davranışlarımız iki kaynaktan beslenir: Biri içgüdülerimiz diğeri toplumun yüklediği değerlere yönelik beklentiler. Yani davranışlarımız; bedenimizin bizden beklentileriyle toplumun bizden beklentileri arasında bir yerde şekillenir. Davranışlarımız ya ‘ben’imizin arzuları yahut toplumun güçlendirdiği irademizin etkisi altındadır. Hangisi güçlüyse davranış oraya evrilir.

Buradan hareketle günümüzde toplumun, bireye gelişmiş bir irade, sabır, merhamet, sosyal duyarlılık, ahlak gibi değerleri yüklemede zayıf kaldığı dolayısıyla bireyin kendi egosuna ve bedensel arzularına yöneldiğini söyleyebiliriz. Bu İbni Haldun’un ifadesiyle birey ve toplumun asabiyeye teslim olması, Durkheim’in ifadesiyle toplumun bireyle sosyal bağının kopması, toplumsal bozulmanın (anomi) hızlanmasıdır.

KADIN CİNAYETLERİ

İrfan geleneğinden gelen toplumumuzda da şiddet davranışının, giderek kendini ifade biçimine dönüşmesi ve özellikle kadın cinayetlerindeki artış düşündürücüdür. Öncelikle belirtmek isteriz ki yaratılmışa yönelik her türlü şiddet kabul edilemez. Özellikle son dönemlerde yazmakta zorlandığımız şekillerde işlenen kadın cinayetleri, her geçen gün canımızdan can alıyor.

Bunlara üzülmek yetmez. İşi, konumu, etkisi ne olursa olsun hepimizin neler yapılacağı ile ilgili düşünmesi, çözümler üretmesi ve toplumsal bir bilinç geliştirmesi elzem hale gelmiştir. Kuşkusuz cinnet halini gösteren bu davranışlar; gelişmemiş bir kişiliğin, anti sosyal bir duruşun, sapkın bir davranışın ve ileri düzeyde hastalıklı bir ruh halinin eseridir.

Diğer yandan ülkemizde kadınlara yönelik şiddetin çoğunlukla ataerkil ve geleneksel aile yapısına bağlanması da tartışılmalıdır. Zira geleneksel aile kültüründe kadın; anadır, anaçtır, baş tacıdır, evi sıcak bir yuvaya dönüştüren asıl güçtür ve temel yapı taşıdır. Çekirdek aile yapısında da benzer cinayetlerin söz konusu olması kanaatimizce ailenin fiziki yapısıyla ilgili değildir.

Hangi türde ve genişlikte olursa olsun asıl olan ailenin; aileyi oluşturan tüm bireylerce kutsal olması, birlik ve beraberliğin merkezi sayılması, toplumsal kültürün, ahlakın, bilginin, inanç değerlerinin, bilimsel düşünme alışkanlığının, birlikte yaşama olgunluğunun merkezi olmasıdır. Elbette ki her bireyin ailede bir rolü olacaktır ve olmalıdır. Her aile üyesinin, başkasının rolüyle uğraşması değil kendi rolünün hakkını vermesi aileyi güzelleştirecektir. Anne, baba, genç ve çocukların cinsiyet rolleri üzerinden yarıştığı, korkunun egemen olduğu, sağlıklı bir iletişim ve etkileşimin olmadığı bir ilişki düzeni, saldırganlık potansiyelini açığa çıkarır. Muhabbetin egemen olduğu aile ortamında ise şiddet azalır.

Kadın ve erkeği, sadece aile içi rollerine indirgememek, onları bir bütün insan olarak görmek gerekir. Kadın ve erkeği daha bireysel kılmak adına özellikle cinsiyet rolleri üzerinden ayırmamak, yarıştırmamak ve ötekileştirmemek; aile ortamındaki aidiyeti, sevgiyi ve aşkı arttıracaktır.   

Görüşleriniz
Adınız, Soyadınız?
E-Posta Adresiniz?
İletmek İstediğiniz Mesajınız?
Array
  • Yorum Bulunmuyor!